31 Ağustos 2014 Pazar

Hep Sabah...

İçi dışı bir kuşların,
öperek uyandırdığı sabah'tım.
Gün'e uzanamadım.
Hep öyle kaldım. Hep...

Mey



...Ama Yürüdü Yine De

Dur daha! Senin aşkını soyutlayacak bir sokak bulunamadı.
Çıkma! Asfaltlar alışkın değil bu saydam yürüyüşe.
Vururlar! Ölürsün de kimse sormaz cesedinin neden kahkahalarla yatışını!

Kıvılcım Vafi


                                    Prashant Godbole

30 Ağustos 2014 Cumartesi

Şarkının Reddi…*

Kapıyı usulca itince açıldı. Aynı anda çıngırağın sesi. Durdu. Kararsız. Gelişini haber veren çıngırak sesine sövdü içinden. Durmanın anlamı yok, diye düşündü. Ya ilerle ya geri dön. İçerinin loşluğu – çıngırağa rağmen – fark edilip edilmediğini anlamasına imkân tanımıyordu. Yapamayacaksan bu son fırsat, diye hatırlattı kendine. Devam etmek için bir nedeni olmadığına ikna olacak gibiydi. Geri dönüp oradan uzaklaşmaya hazırlandı. Dostça olmaktan epeyce uzak sesi o sırada işitti: Niye geldin?

Çaresiz ilerledi sese doğru. Hoş karşılanmayacağını biliyordu ya, yine de ‘niye geldin?’ sorusunun ardındaki tını, soruyu göze almamış olduğunu anlamasına yetip de artmıştı. Hala kapı aralığında durmakta olduğunu fark edince içeriye bir iki adım daha sokuldu; elinden kayan kapı, en az, çıngırak kadar rahatsız edici bir sesle kapandı. Dönüp kapıya baktı; hak edilmiş bir cezaya bakar gibi baktı üstelik. Durma, diye iteledi kendini. İlerledi. Tezgâhın önünde durdu. Raflara kaydırdı gözlerini; ne çok şarkı, diye düşündü. Hangisi bizimki acaba? ‘Bizimki’ sözcüğünün, ardından çarparak kapanan kapı gibi bir ceza olduğunu düşünecek hali yoktu. Zaten biliyordu.

Ne istiyorsun, dedi tezgâhın ardındaki. Sorunun direkt öfkesiyle irkildi. İmdat arar gibi sağa sola bakındı ilkin. Ardından duyulur duyulmaz bir sesin – kendi sesinin – şarkı, diye mırıldandığını duydu.
Önce sessizlik. Sonra dükkânın loşluğunu yırtıp kızıl bir aleve dönüştüren o kahkaha. Kızıl alev gelip ciğerinde bir noktaya yapıştı, olduğu yerde yalpaladı. Söyleyecek bir şey arandı zihninde. Yoktu. Zaten faydası da yoktu konuşmanın. Öylece durup beklemeli. Bırak alsın hıncını. Bekledi.

Hak etmediğinize geç kaldınız, dedi sonunda tezgâhın ardındaki. Çoğul takısını vurgulayan sesinden çok bakışlarıydı. Sorar gibi baktı suçlanan. Hak etmediğinize? Geç kaldınız? Yoksa o da?

Sabah buradaydı, onayı geldi tezgâhın ardından. Küçükseyen bakışlarının tek hedefi olmadığını anlamak rahatlatmadı haberi alanı. Kocamanlaşan bir merak. Buradaymış, gelmiş. Sevindi mi, korktu mu, özledi mi, bilemeden az önceki kızıl alevin yapıştığı noktayı otayan bir şeyin ciğerine gelip oturduğunu hissetti bu kez. Buradaymış, gelmiş.

Ona da söyledim, dedi tezgâhın ardındaki. Sesi gücünün farkında bir otorite yayıyor, bakışlarındaki itiraz kabul etmezliği olabildiğince anlaşılır kılmak istiyor gibiydi. Yok size şarkı!
Yok bize şarkı! Ama vardı bize şarkı, diyecek oldu. Ağzı açıldı. Tezgahtakinin bakışlarını görünce, çıkmaya hazırlanan sesini durdurdu.

Sizi istemiyor, dedi konuşma hakkını yalnızca kendine tanımış olan. Artık, vurgusu kötü bir intikam arzusunun dışavurumuydu.
Bizi istemiyor! Ama istiyordu ve bizimdi, bizim içindi, içimizdeydi, demedi.
Tezgâhtakinin sabrı tükenmişti. Sabahtı, dedi. Ona da söyledim.

Paylaşmayı beceremedikleri bir şarkının ardından bedenlerine yapışmış o kızıl alevin varlığından haberdar olmanın teselli olabilirliğini düşünüp sevinecek gibi oldu. Tesellinin acı verdiği nerede görülmüş, azarı gecikmedi.

Tezgâhtaki susmuyordu: ona da söyledim, diyordu. Gelmeyin bir daha buraya. Yok size şarkı!
Yok bize şarkı! Ama vardı bize şarkı, demenin bir savunu olmadığını biliyordu.
Git artık, dedi bu sıra tezgâhtaki. Ona da söyledim, uğramayın buralara daha da.

Şarkıyı – yeniden – umut ederken, ciğerinde kızıl bir alevle oradan ayrılmanın ironisini kendini hedeflemiş bir silaha dönüştüreceğini bilerek, tezgâhtakine son bir bakış attı.
Kendini enikonu incitmeden bir şarkıyı incitemezsin, demek istedi. Anlamı var mı? Sus. Susabildi.  Belki, sabahki söylemiştir, diye teselli etti kendini kapıdan çıkıp oradan uzaklaşırken: Kendini küstürmeden bir şarkıyı küstüremezsin!  Belki söylemiştir, dedi dışarının soğuğu yüzünü yalarken. Ama vardı şarkı! Bize…


Mey

* Şarkı serisinin sonu




29 Ağustos 2014 Cuma

Çokluk...

Israrlı bir sabah çokluğu,
içimde.
Anımsayış mı,
unutuş mu,
keder mi,
kedere karışmış esriklik mi,
seviş mi mesela,
yoksa
öfke mi?
Ya da çok mu sahiden hissettirdiği kadar sormuyorum.
Epeydir olan bir az'lık bu çokluğa sarılmış sımsıkı. Bir tek onu biliyorum...

Mey





Kesik Kafa...

A. ortaya çıkar, kafası alçılıdır, ağzıyla bir gözü dışında bütünüyle kanlı sargılarla sarılıdır.

a: kesik kafa konuşuyor.

büro: peki, dinliyoruz. kısa kes.

a: bu kabalık niye peki? şu halimle zaten çok sıkıntıdayım.

büro: sizi ve sıkıntılarınızı dinlerse…ne söyleyecektin, onu söyle, çabuk.

a: bana zor gelen, neredeyse olanaksız gelen de bu çabukluk işte. zar zor duruyor kafam.

büro: bir parça çaba göster. kural herkesi bağlar. kayırmaya bir kez başlarsak, kimin özrü yok ki?

a: ne yapacağım şu kafamla? yerine daha yeni dikildi.

büro: pazarlık yok. hep kendinden söz etmeyi de kes. biz toplumu ilgilendirecek bilgiler istiyoruz. kendini düşünmemek bir irade sorunudur. herkesin derdi var. peçeteni de doğru düzgün tut. akan kan görenleri rahatsız ediyor.başka bilgi var mı? varsa hemen şimdi vermen gerek. sonra geç olur.

a: söyleyeceklerimi unuttum, uygun düşen sözcükleri. ah! bir anda her şeyin aklımdan uçup gitmesi, dayanılacak gibi değil. bir bilseniz. ne yapacağım ben?

büro: yardım iste.

a: yerine yeni konulmuş kopuk bir kafaya kim nasıl yardım edebilir?

büro: kafandan söz etmeyi kes. sinir bozucu ve fazlasıyla bencilce.
çevrene bir bak. işe yara. bu senin görevin. bu kadar söz ettiğin kafanı daha doğal bir biçimde tut. bize acı veriyor. 

Henri Michaux


Nakşedilmiş...

Bir başka oluş'a
meydan vermeyen
yaşama;
söz'e nakşetti bizi
ve böyle de güzel, dedi uzunca bakıp yaptığına.
Yoksunduk görebilen bakışlardan. Kabullendik...

Mey


                                Vassilis Tangoulis

28 Ağustos 2014 Perşembe

Güleç Bi'şey...

Gülümseyen
bir yıldız bulup
altına uzanmıştık.
Yıldız güler mi hiç, diye geçirmiştik içimizden içimiz de bize gülerken.
Tam orada
başlamış
veya
bitmişti. Bi'şey...

Mey



27 Ağustos 2014 Çarşamba

Yanılgı ve Olmak…

Epeydir aklıma takılıyor Benedictus’cum, diye dalıveriyorum söze.
Girişe ihtiyaç duymayan sorularıma şimdiye dek alışmış olması gerekirken her seferinde aynı tepkiyi veriyor: Hızla kalkan baş, soruyu soran bakışlar ve temkinli bir bekleyiş.
Ne, diye soruyor.  Sorudaki kısa netliğin işaret ettiği tahammülsüzlük ve sabırsızlık dikkatimden kaçmıyor. Ama aldırmıyorum da.
Sence, diyorum. Kartezyenci haklı mıydı? Düşündüğüm için mi var’ım yoksa var olduğum için mi düşünüyorum.
Gözlerindeki ateşe hazırlıklıyım. Sesindekine de.
Niye soruyorsun şimdi bunu, diyor çabuk çabuk. Düşünce ve varlık birbirine indirgenemeyen iki ayrı cevher değil düşüncemde ki, bunu pekâlâ biliyorsun, biri diğerinin nedeni olsun.
Celallenme hemen, diye atılıyorum. Sakinlesin istiyorum ama olacak gibi değil.
Sen asıl derdini söyle, diye karşılıyor.  Öfke beni de sarıyor. Dalaştı dalaşacak köpekler gibi bakıyoruz birbirimize. Sormaz olaydım, diye küfrediyorum içimden. Çıktığın yoldan dönmek olmaz, kaypaklık etme, diyen içimde hala bana inanmaya devam eden o iyimser ses oluyor. Huyuna gidiyorum. Hem sesin hem Benedictus’un.
Şimdi bir mesele var Benedictus’cum, diyorum. Ondan sordumdu.
Onun da içinde sükûnet davet edici bir ses barınıyor olmalı ki, bakışları yumuşuyor.
Çıkar, diyor.
Baklayı değil mi, diyerek gülüyorum. Durup biraz düşünüyorum: Nasıl anlatmalı?
Yanılgı, diyorum yol bulamayınca direkt.  Beni çevreleyen bu büyük yanılgıyı mümkün kılan düşüncem mi yoksa var oluşum mu sence, ne diyorsun?
Önce anlamaz bakıyor. Sonra kocaman bir gülüş yayılıyor yüzüne.
Senin durumunda, diyor. Yanılgı onlardan birini; belki de ikisini birden mümkün kılıyor.
Dalaşa hazırlanan köpek yeniden peyda olurken içimde, dişlerimin arasından;
O halde, diyorum. Dubito ergo sum!
Kahkahasının arasında, sen bilirsin, dediğini duyuyor; daha fazla diş mi göstersem yoksa  direkt ısırsam mı, bilemiyorum…


Mey


                                                Luigi Poiagh

Huzurun Yeri...

Adam konuşuyor.
Kadın sayıyor: bir,.., üç..., sekiz, on...
Adam ellerini kucağına kilitlemiş.
Kadının elleri masanın üzerinde sere serpe. Yoksa nasıl sayabilir?
On beş,..., on sekiz,..., yirmi dokuz...
Adam kadının huzursuzluğundan dem vuruyor. hiç bitmeyecekmiş gibi, diyor.
Kadın duruyor: Tam otuz sekiz'de. Huzursuzluk mu, diye soruyor.
ellerine bakıyor, ellerinin üzerindeki çillere. otuz sekiz'de kaldı. bitmeyecek bu, diye düşünüyor.
Huzursuzluk, diyor adam yine.
Kadın gülüyor. aklı ulaşamadığı otuz dokuzda.
Merak etme, diyor. Boynumdan aşağısı salt huzur.
Nerede kalmıştım, diye düşünüyor adamın üzgün gözlerine bakmaya gerek yok. Hah! Otuz dokuz...

Mey




26 Ağustos 2014 Salı

Esrik...

Güzelce aldım üstüme,
örtündüm.
Reddedip, yok saydığın ne varsa.
Gözlerimdeki ışıltının nereden geldiğini soranlara,
senin payını  taşıyor oluşumun  parlak kıldıklarından söz etmiyorum...

Mey




İşkence...

Beyaz terör sırasında polis, birbirine tutkuyla aşık olan, biri erkek öteki kadın, iki şüpheliyi yakaladı. Polis şefi yeni bir işkence icat etti. Onları birbirine yüz yüze bağlattı sadece. Başlangıçta sevgililer, siyam ikizleri ayrılmazlığıyla karşı karşıya olsalar da, en azından birlikte olduklarını söyleyerek kendilerini avutuyorlardı. Ne var ki yavaş yavaş her biri öteki için çekilmez oldu; pislendiler, uyuyamadılar ve sonra da birbirlerinden nefret eder oldular; sonunda birbirlerinden o denli hoşgörüsüzce tiksindiler ki serbest bırakıldıklarında bir daha asla konuşmadılar…


J. Fowles / Aristos’tan..




24 Ağustos 2014 Pazar

Prematüre Aşk...

Büyüttükçe söz'ü, dedi.
Aşk güdük kaldı.
O da ele avuca sığmadı, desem yeriydi. Demedim. Gerek de yoktu halim de.
Avucumdaki zapt edilmezi saklasam yeterdi...


Mey



Olgu...

Hızla düş'tük,
usulcasını bilmediğimizden.

Mey


                                Brooke Shaden

23 Ağustos 2014 Cumartesi

Keşkeler Listesi...

Sakat bırakılmış bir kurgunun
tutkulu kahramanları olmasaydık.
Bunca tutuk kalmazdık yaşamada. Belki..

Mey


                                                Caroline Tabet

22 Ağustos 2014 Cuma

Apriorik İnanış...

Nereden çıktı, diye sordu önünde uzanan karanlığa.
Nereden geldi içimin içinin içine
o şarkı,
şu hikaye,
bu sarhoşluk;
hatta ses vermez geceye bu inanış?
Sorunun çınlayan sesi bastırdı;
sen'de ve sen'dendir, diyen rüzgarı. Duymadı...


Mey



Ne ki Hiç...

Şimdi gelecek
sana Bahar yeniden:
bırak, bilme, ne...

ne bil, ne bilme:
gelsin hepsi yeniden
sen bilmeden, hiç...

Oruç Aruoba


                                Ales Komovec

21 Ağustos 2014 Perşembe

Şefkat...

Uykusu huzursuz bir adamın
gözlerine yapışmış epeydir: kendini düş sanan bir karabasan. Dirlik vermiyor.
Sağa ve sola düşüyor adamın başı huzursuzluğunda.  Kabus olmaklığına düş karıştırmışa bakıyor geceler boyu.
Uyanmaya kıyamıyor...

Mey



                                Milo Klaassen

Yalınlık...

Tüy gibi geçti içimizden
eski bir gülüşün hüznü.
Okşar gibi yaprağı,
esrikti, biraz da masum. Tekrarı yok bir mut göğümüzden çekilirken...

Mey






20 Ağustos 2014 Çarşamba

Dibe Tırmanmak...

Sevmek insanın ruha tırmanışıdır, dedi. Kendi ruhuna ve sevilen varlığın ruhuna.
Durdu. Dinledi.
Haklısın deyişinde samimiyetsizlik mi seziyorum, diye sordu.
Hayır, dedim.
Seni sevmenin dibe tırmanmak olduğunu anlatamayacağımı bildiğimden, ' hayır ' diyebildim sadece.
O tırmanışı anlatmayı sürdürüyor, ben ise tırmanışımı düşünüyordum. Dibe...


Mey



19 Ağustos 2014 Salı

Haiku

Uyuyorlardı fahişeler
ve aynı çatı altında
ay ve yonca

Matsuo Basho




Söylemek..

Söylemeyeceğim söyleyeceklerimi, dedi bir hışım. Yine de işiteceksin.
Ardından gitti.
Söylemeyeceklerini gördüğümü söylemedim. Üzülürdü...

Mey




18 Ağustos 2014 Pazartesi

Gece ve Armağan...

Avucuma bırakıp uzaklaşıyor -
taze bir yağmur damlasını
yetmedi
dalından erken kopmuş o yaprağı
dahası
üzüncü yırtan dayatmacı bir gülüşü -
hınzır gece.
Elimin ayası yanağımda gözlerimi yumuyorum. Uyumuyorum...

Mey



                                          Jone Reed

17 Ağustos 2014 Pazar

Veya Utanıyorsan Benim Düş’üm Olsun…

Yakına bakmaktan, teşhisini koydum. Hep yakına bakmaktan. Günler olmuştu gözlerimi iki metreden uzağa çevirmeyeli. Ya bir kitap sayfasına ya bilgisayar veya telefon ekranına, en iyimser durumda ise balkona sıraladığım çiçeklere bakmıştım sadece. Geçmeyen ağrının başka bir nedeni olabileceğine ihtimal vermeyecek ölçüde ikna olmuştum sorunun yalnızca yakındaki varlıklara bakmakla ilgili olduğuna. Etrafımda akli selim birileri olsaydı bir göz doktoruna gitmem gerektiğini söylerlerdi mutlaka. Fakat dinlemezdim. Nedeni bilen çözümü de bilir. Yakınına kenetlediğin bakışlarına yol ver gitsin gidebildiğince uzağa.  Çözümü bilmek yalnızca bir şey oysa. Çözüme karşı akıl almaz bir soğukluk hissediyorsanız, bilmek yarım şey bile olmayabiliyor. İşte ben de elimde o yarım şey, gözlerimde dinmeyen bir ağrı yakında geçecek telkinleriyle idare ediyordum.

Uzağa bakmak istemiyordum çünkü uzak, görülmesi halinde gözlerimdekine taş çıkarır bir ağrıyı şüpheye yer bırakmaksızın hazırda bekletiyordu. Daha uzağa da bakmak istemiyordum; daha uzak, kabullenmek istemeyeceğim ölçüde uzaktı. Çok daha uzağın ise  zikretmem halinde  bütün sinirlerimi ayağa kaldıran bir adı vardı. Yakınla yetinmek elimdeki tek plandı, ağrı ile de birbirimizi hoş görmenin bir yolunu bulacaktık artık.

Ama ağrı sıcağı sever ya da sevmez, orasını biraz karıştırıyorum. Havanın sıcağı üstüme abandıkça gözlerimi taşımak veya onların beni taşıması güçleşmeye başladı. Olur olmaz yerde açılmaz hale gelmeleri bir yana, bir de tutup uzak, daha uzak ve çok daha uzak’a ilişkin teklif edilmesi kabul dahi edilemez arzuları dayatmaya başladılar. Yoldan gönüllü çıktığımı söyleyen olursa, itibar edilmemeli. Yoldan çıktım tamam, ama kesinlikle gönüllülük esasına dayanmıyordu.

Uzak öngörüldüğü ölçüde acı verdi yolculuğun ilk durağında. Koca koca zihinleri yüzyıllar boyunca meşgul etmiş bir takım soruların beyhudeliğine tanık olmak gibi suya sabuna dokunmayan entelektüel acılardan söz edecek değilim. Etin bıçak olup insan olmaklığını oyar ince ince. Öyle bir acı işte. Ağrısını umursamayan gözlerimin tesellisine muhtaçtım, kulak kabarttım. Bunlar var işte. Gör, gör, gör.

Daha uzak kırgınlığımdı. Kırgınlığının ülkesinde paldır küldür dolaşamaz insan. Parmak uçlarımda dolandım bir evin sokağında. Nasıl da kırdın beni,  demek kırıcı bir şey dedim ağrısı hafiflemeye yüz tutmuş gözlerime. Gel vazgeçelim. Birbirimizi ikna sürecinde yurt edindiğimiz sokakta, bir apartmanın ikinci kat pencerelerine baka baka azdırdığımız ağrıya teslim olduk. Ve anladık. Kırılmışlığın yakınındır. Bakma artık!

Çok daha uzak düş’ümdü. Korku bazı kapıları zorlu kılar. Gözlerim, ağrı ve ben bu ülkenin sınır kapısında bizden umulmayacak bir sabırla bekleştik.  Birbirimizi avutmak, biraz da cesaret aşılamak için mırıldandığımız şarkının büyüsüne kapılıp ömrümüz boyunca orada öylece kalabileceğimizi itiraf etmeden orasından burasından kırparak küçülttüğümüz hikâyeler anlattık, karşımızda tutkulu bir dinleyici hayal ederek.

Sonra düş’ümün  ülkesi. Düş’ümün  kenti. Düş’ümün sokağı. Derken düş’ümün gözleri. Ve o gözlerdeki utanç. Düş’ünden utanmanın gözleri. Anladık.
Dönüş yolunda sordu gözlerimdeki ağrı. Adı neydi bu ülkenin?
Düş’ünden utanan adamlar ülkesi, cevabını hangimizin verdiğinin önemi yoktu.
Salt bizim olabilirdi. Düş. Uzağında veya yakınında. Bakabildiğince…


Mey



                                Anna Aden

Hikayenin Kastı...

Acıttıkça
acıtıyor
bir hikaye,
kastı
ne sana
ne bana.
Kendine. Sadece...


Mey


                                Hideyuku Katagari

Bellek ve Korku...

Unutulmaktan
korkmuyor
bir hiç unutmayan.
Sığdırıyor
zihnindeki çer- çöpü
suskunluğun yarattığı o kuytuya.
Belleğini  avutuyor usulca...

Mey



16 Ağustos 2014 Cumartesi

Örtü...

Kifayeti şüpheli  öyküler
örtüyorum,
üstüne. Üstüme.
Giz, üşür diye...

Mey


                                                                  Safaa Euras

Vicdan...

Savaş çıktığında Luigi adında bir adam, gönüllü olarak gidip gidemeyeceğini sordu.
Herkes onu övdü. Luigi tüfek dağıtılan yere gitti, bir tane aldı ve dedi ki: “Şimdi gidip Alberto denen herifi öldüreceğim.”
Alberto kim diye sordular ona.
“Bir düşman,” dedi.  “ Alberto, benim bir düşmanım.”
Ona belirli bir tür düşmanı öldürmesi gerektiğini, öyle istediği herkesi öldüremeyeceğini anlattılar.
“ Ee ? ” dedi Luigi. “ Siz beni salak mı sandınız? Bu Alberto tam sizin dediğiniz gibi biri, onlardan biri yani. Bütün o gruba karşı savaşa girdiğinizi duyduğumda şöyle düşündüm: ben de gideceğim, böylece Alberto’yu öldürebilirim. O yüzden geldim.
Alberto’yu tanırım ben: sahtekarın biridir. Bana ihanet etti, neredeyse bir hiç uğruna, benim kendimi bir kadın yüzünden küçük düşürmeme yol açtı. Eski hikaye. Bana inanmıyorsanız size her şeyi anlatabilirim.”
Tamam, dediler, Boşver.
“ İyi öyleyse,” dedi Luigi, “ Bana Alberto’nun nerede olduğunu söyleyin de gidip dövüşeyim.”
Bilmiyoruz dediler.
“ Fark etmez,” dedi Luigi. “ Bilen birini bulurum. Eninde sonunda onu yakalayacağım.”
Bunu yapamayacağını, nereye yollanırsa oraya gidip savaşması, orada kim varsa onu öldürmesi gerektiğini söylediler ona. Bu Alberto hakkında da hiçbir şey bilmiyorlardı.
“ Bakın,” diye ısrar etti Luigi, “Size hikayeyi anlatmam gerekecek. Çünkü bu adam gerçek bir sahtekar ve ona karşı savaş açmakla doğrusunu yapıyorsunuz.”
Ama öbürleri dinlemek istemiyordu.
Luigi laftan anlamıyordu: “ Özür dilerim, sizin için şu ya da bu düşmanı öldürmem fark etmeyebilir, ama Alberto’yla ilgisi olmayan birisini öldürsem çok üzülürdüm.”
Diğerlerinin sabrı taştı. İçlerinden biri ona uzun bir konuşma yaptı ve savaşın ne olduğunu, nasıl istediğin belirli bir düşmanı gidip öldüremeyeceğini açıkladı.
Luigi omuz silkti. “Eğer öyleyse,” dedi.”  Beni yok sayın.”
“Varsın ve de olacaksın,” diye bağırdılar.
“ İleri marş, bir-ki, bir-ki!” savaşa yolladılar Luigi’yi.
Luigi mutlu değildi. Rasgele adam öldürüyordu, Alberto’ya ya da ailesinden birine denk gelir diye. Öldürdüğü her düşman için ona bir madalya verdiler, ama Luigi yine mutlu değildi. “Alberto’yu öldürmezsem,” diye düşündü, “Bir sürü insanı boş yere öldürmüş olacağım.” kendini kötü hissetti.
Bu sırada ona hala birbiri ardından madalyalar veriyorlardı, gümüş, altın, ne varsa. Şöyle düşündü Luigi: “Bugün birkaçını öldürürüm, yarın birkaçını daha öldürürüm, sonuçta sayıları azalır ve bu sahtekarın sırası da elbet gelir.”
Ama Luigi Alberto’yu bulamadan düşman teslim oldu. Boş yere o kadar insanı öldürdüğü için kendini kötü hissediyordu, şimdi barış ilan edildiği için de bütün madalyalarını bir çantaya doldurdu ve düşman ülkede dolaşarak ölenlerin karılarına ve çocuklarına hepsini dağıttı.
Böyle dolaşırken Alberto’yla karşılaştı.
“ İyi,” dedi, “Geç olsun da güç olmasın,” ve Alberto’yu öldürdü.
İşte o zaman Luigi’yi tutukladılar, cinayetten yargıladılar ve astılar. Mahkemede vicdanının sesini dinlemiş olduğunu defalarca söylediyse de kimse onu dinlemedi.

İtalo Calvino






15 Ağustos 2014 Cuma

Salıncak...

Aramızda.
Düşünce mi,
- varlığı -
tutku mu,
- hoş -
gel - git bir duygu mu,
- karşılanmayan-
belirsiz
Hafifçe itiyoruz,
sırtı sana
ayakları bana değiyor. Aramızda. Hep. Öyle.


Mey




14 Ağustos 2014 Perşembe

Perseit...

Tahta sıraya uzanınca duymaz oldun hay huyu.
 _ bira içenleri, şarkı söyleyenleri, az ileride siyaset konuşan iki çocuğu, kendi arkadaşlarını _
Göğe diktin gözünü , ışık kirliliği çok ama göreceğiz yine de diyordu biri, tepede parlayan
aya arkan dönük ama aklın - bu da başka mesele - ondaydı.

Uzunca bir süre hiçbir şey görmedin. burada böylece uyuyabilirim, diye geçirdin aklından göz kapakların ağırlaşırken.
İlk sen gördün. Biri diğerine yakıncaydı, aynı anda ve hızla belirip kayboldular.

O kısacık an, hani yıldızların ( yıldız mı? değil galiba) atmosfere çarpıp yanmaya başladığı ve yanarak kendilerini yok ettikleri o anda içinde bir şey o ikisinden birine dönüştü; hiçlikten gelip bir an için var olma duygusuyla alev alev yandın ve tekrar hiçlikte yittin . Diğeri? O da yitecekti elbet. Hiç değilse birlikte, dedi içinde gülümseyen o şey diğer her şeyle birlikte hiçliğe karışmadan hemen önce...

Mey





                                

13 Ağustos 2014 Çarşamba

Çay ve Şarkı...

Yeni demlenmiş çay kokusu vardı
ağzımda,
sesime yasak - hiç söylenmemiş - bir şarkı kalbime dolanmışken,
yataklık eden...

Mey





Haiku...

Seni ancak
başka bir şeyi görmek için
yakılan mum anlar...


A. Ahıska



                                Mirjam Appelho

12 Ağustos 2014 Salı

Yanlış...

Yanlış, dedim.
Dalgındı. Tekrar ettim: Yanlış.
Ne, diye sordu uykudan uyandırılmış çocuklara benziyordu bakışları.
İkimizden birinin, dedim. Yeri yanlış.
Dalgınlığına dargınlık eklenmiş bakışlarını görmeyeyim diye başını öteye çevirdi. Yanlış sürecekti. Besbelliydi...

Mey




11 Ağustos 2014 Pazartesi

Keşkeler Listesi...

sözcüklerini
soludum.
esirgemeseydin...

Mey


                                Robert and Shana Parke Harrison

10 Ağustos 2014 Pazar

“ Şafak Nabız Gibi Atıyordu…” *

Değişim zamanı. Gece, göğü güne devrediyor. Uyandı. Gece mi yoksa sabah mı, bilemedi ilkin. Uyuyor mu yoksa uyanık mı, ondan da emin olamadı. Bir çarpıntı hissi ile daraldı nefesi.  Bileğindeki damara kendiliğinden gitti parmakları – hani kimileyin hala yaşıyor muyum merakıyla yaptığı gibi – nabzını hissetmeye çalıştı. Atıyor işte sakince, orada. Çarpıntı peki, burada değilse nerede? Usulca kalktı yataktan, kedi de peşinden. Göğe indi inecek aydınlık henüz eve sirayet etmemişti. El yordamıyla ilerledi karanlık koridorda.

Balkon camını aralarken zorlandı her zamanki gibi. Tek kanat yeter sanmıştı. Yetmedi. İki kanat daha açtı. Ürperdi bedenine çarpan serinlikten, hoşuna da gitti öte yandan. Çarpıntıyı bir an için duymaz oldu. Durdu dinledi. Yine. Güçlü hem de.  Ayaklarının dibine yerleşmiş kediye baktı sorar gibi. Cevap var mı yok mu, bulamadan küçük bir esinti yalayınca yüzünü dışarı çevirdi bakışlarını yeniden. Bahçeyi sonlandıran duvarın hemen önündeki cılız ağaçların kıpırdayan yapraklarına baktı. Duvarın üzerinde yürüyen tekiri o zaman gördü. Gözlerini görmeye çalışmak, cevabı bir kedinin gözlerinde aramak kadar anlamsız bir çaba olacaktı. Yeltenmedi.  Duvara takılı kalmış gözleri, takıldığı yerin hemen ardında uzanan tepelere yönelmeyi reddediyordu. Bunca şiddetli atan / çarpan bir şeyin o kadar uzakta olamayacağını gerekçe gösterebilirdi gerekirse. Yeterince merak etmiyorsun ithamına hazırlıklıydı: yeterince cesur değilim.

Tepenin sağ yanına baksa, açlık ve susuzluktan düşmüş bedenler görecekti. Kuş mu onlar yoksa, sorusu ha kuş ha çocuk çıkışmasıyla dilinin ucunda donacaktı. Görmemek için hemen yumduğu gözlerinin önünden gitmeyecekti o küçük bedenlerin arasında dolaşan yılan. Duvarın griliğinin güvenliğine yerleştikçe yerleşti bakışları.

Çünkü başını sola çevirse, yeryüzünün üstüne yıkıldığı kara suratlı adamların sessiz çığlıklarını işitecekti. Nefes alamıyorum, diyecekti soluğu içinde olması gerektiği gibi gidip gelirken. Yazmalarını, acıyı açık etmesin için, ağzına kapatmış kadınların iki büklüm olmuş bedenlerini görünür kılan o sabahın, aydınlığından şüpheye düşecekti. O yana da bakmadı.

Az ileriye de bakmadı. Bakmasına gerek yoktu. Gökyüzünden yağan kötülüğün sesi, hayatın arka planına yerleşeli çok oluyordu. Şiddeti giderek artan şiddete uyum sağlanmışlığından artık işitilmez olan çığlıklar da değildi çarpıp duran.

Yeniden kendi nabzına yöneldi parmakları. İyi işte yaşıyorsun, dedi. Sakince damarlarına vuruyor kalbindeki dirim. Rahatlamadı. Sigara düştü aklına. Ocakta yaktı sigarasını. Aceleyle döndü yerine. Duvarına. Zihnine inşa ettiği duvarların arasından sızıp düşünülebilir, anımsanabilir alana çıkmaya çabalayan ezasının tırnaklarını işitir gibi oldu sigaranın ilk nefesinde. Rahat dur, diye fısıldadı. Bak bir şey atıyor.  Ama ne?
Şafak.
Nabız gibi…

Mey

* A. İlhan



                                Dariusz Kimczak

Mayıs Ayı Haberleri...

Şimdi artık bu haberler
anılardan bir kolaj.
Tıpkı anlattıkları gibi
anonim bir yapıt: kavgası
bir avuç kuşun, Koca Geleneğe karşı.
Evecen eller çizmişti bunları
sokağın şiirini bulaştıran tebeşirle,
duman rengi anfilere saldıran renkle.
Burada sürdürülmekte bu çaba,
duvarlara yazma çabası Yeryüzünün: DÜŞ GERÇEKLİKTİR.

Julio Cortazar



                                               Flip Bogdan

Çiçeğin Ölümü…

Susuz kalmış bu, dedi. Sesindeki bilmişlik canımı sıksa da renk vermedim. Kabullenmedim de. Yerini sevmedi bence, diye karşıladım susuz kalma iddiasını. Çiçeğin solgun yapraklarından birine değecek gibiydim. Kendimi tuttum. Yeri gayet iyi, dedi bu sıra. Bilmişliği devam ediyordu.

Kuytu sever bunlar!

( utandığından mı, yakıştıramadığından mı yoksa göz önünde olmayı oluşuna, yoksa yoksa zarar göreceğini buz gibi bilmekten mi? ne önemi var şimdi bunun? İttiriverdin gitti; ondan, başkalarından en çok da kendinden uzağa…)

Çiçeği günden, günün ışığından uzak bir loşluğa itmişliğinden memnuniyetsizliğimin ondan bana yönelecek bir suçlamaya dönüşmesinin an meselesi olduğunun farkında sessiz kaldım. Yeterince sulanmadığı iddiası ise hazırda tuttuğu mızraklardan biriydi sadece.

( ittin de ne oldu? el, söz ve ışığın değmeyeceği o loşlukta zaman geçtikçe küçülür sanını yerle bir eden; inadına ve ısrarına hayran olduğun o şeyi illa gösterecektin. bir silaha dönüşeceğini akıl edememenin sancısı mızrağın saplandığı yerde unutulmaz bir derse dönecekti. hani ya o, ‘ hikayenizi kimseye anlatmayın’ bilgeliği? hak getire…)

Canlılığını yitirmiş, gün gün solmakta olan çiçeğin başında; son nefesini vermeye hazırlanan hastaya bakan naçar hasta yakınları gibiydik. Kayıp kesinleşmişken, aslında ne kadar güzel olduğunu, varoluşunun önemini, olmadığında eksik kalacak bir hayatı göz önünde canlandırabilmenin bile olanaksız geldiğini birbirine söylemekten kaçınan, metanetli görünmeyi erdem sayan o çoktan vazgeçmişlerdendik işte.

Susuz kalmış!
Yerini sevmedi!

( mızraktı tamam, rüya ve şarkının elinden çıkmış olması  - rüyayı sevdin, şarkıyı da – mızrağı kabul edilebilir kıldı, tuttun onu da sevdin. )

Daha çok su ver, dedi.
Yerini değiştir, dedim.
Haklılığını kabule yanaşmadım.
Haklılığımı kabul etmedi.
Bir şey soldu.

( rüya, şarkı ve mızrağa eklenene şaşkınlıkla bakacaktın. gülüş’süz olmazdı elbette, diyebilmenin uzun sürmesi bundandı )

Çiçek değildi. Solan.

Mey




9 Ağustos 2014 Cumartesi

Yok...

Karanlık çöktü,
ağırlığınca karanlık.
Söz
yok,
yol
yok,
umar
yok.
Karanlık birikti,
ağırlığınca karanlık.
Sen
yok,
ben
yok,
insan
hiç
yok.
En kötüsü,
yok
bile 
yok.
Bilmeyince...

Mey




8 Ağustos 2014 Cuma

Kendini Yazan Şarkı...

Yazdı, yoktun.
Yazdı olmayışını şarkı.
Bir uyku cininin diyememekten kasılmış ağzına
yahut
yolcu edilmiş bir uğur böceğinin kanadına
veyahut
bir kez okunmuş ama hiç unutulmamış bir mektubun, sessiz satır aralarına.
Yazdı, yoktun.
Yazdı baştan ayağa oluşunu. Şarkı.

Mey







7 Ağustos 2014 Perşembe

En Yalnız Şey...

Bulunmayı bekliyorum, dedi.
Dünyadaki en yalnız şeydir, dedim.
Baktı. Kaybolmuşluğuma.
Baktım. Bekleyişine.
Hemfikirdik...

Mey


                                                    Lili Tu

5 Ağustos 2014 Salı

Karda Kaybolan Kent...

O sabah, Marcovaldo'yu sessizlik uyandırdı. Havada tuhaf bir şey olduğu duygusuyla yataktan kalktı. Saatin kaç olduğunu anlayamıyordu, panjurların çubukları arasındaki ışık, günün, gecenin bütün saatlerindeki ışıktan başkaydı. Pencereyi açtı, kent yok olmuştu, yerini beyaz bir kağıt almıştı. Bakışını yoğunlaştırınca, beyazın ortasında neredeyse silinmiş kimi çizgiler seçti, çevredeki pencereler, damlar, sokak lambaları gibi olağan görünüşün çizgilerinin karşılıklarıydı, ama gece üzerlerine yağan karın altında kaybolmuşlardı.

"Kar!" diye bağırdı Marcovaldo karısına, daha doğrusu bağırmak istedi, ama sesi yavaş çıktı. Tıpkı çizgilerin, renklerin, perspektiflerin üzerine olduğu gibi gürültülerin, daha doğrusu gürültü yapma olanağının üzerine de kar yağmıştı; pamuk döşeli bir ortamda, sesler titreşemiyorlardı.



İşine yaya gitti; kar nedeniyle tramvay çalışmıyordu. Sokakta geçecek yol açarken, daha önce hiç duyumsamadığı gibi özgür buluyordu kendini. Kent sokaklarında kaldırımla taşıt yolu arasındaki yükseklik farkı yok olmuştu, taşıtlar yoldan geçemiyorlardı; Marcovaldo her adımda bacaklarının yarısına kadar kara batsada, çoraplarının içine kar suyu sızsada, yolun ortasından yürümek, çimenlere basmak, trafik çizgilerinin dışından karşıya geçmek, zikzak yaparak gitmek özgürlüğüne kavuşmuştu. Sokaklar, caddeler, dağların kayaları arasındaki bitmek bilmeyen ıssız boğazlar gibi uzanıyorlardı.

Kim bilir bu örtünün altında gizlenen kent yine aynı kent miydi, yoksa gece bir başka kentle mi yer değiştirilmişti? Kim bilir şu beyaz yükseltilerin altında yine benzin pompaları, gazeteci kulübeleri, tramvay durakları mı vardı, yoksa yalnızca çuval çuval kar mı? Marcovaldo yürürken değişik bir kentte kaybolduğunu düşlüyordu; oysa adımları onu yine her günkü iş yerine, her zamanki ambara götürüyorlardı; eşikten içeri adım atar atmaz, dış dünyayı yok etmiş olan değişiklik, yalnızca çalıştığı firmayı esirgemiş gibi kendini yine aynı duvarların arasında bulunca şaşırdı.

Boyundan daha uzun bir kürek bekliyordu kendini. Ambar şefi sinyor Vligelmo küreği uzatıp "kapının önündeki kaldırımı temizlemek bize düşüyor," dedi, "yani sana". Marcovaldo küreği koltuğunun altına alıp çıkmak için geri döndü.

Kar küremek çocuk oyuncağı değildi, hele midesi boş birisi için, ama Marcovaldo karı bir dost, yaşamının içine hapis edildiği kafesin duvarlarını yok eden bir etken sayıyordu. Büyük bir hevesle çalışmaya koyuldu, kaldırımdan sokağın ortasına kürek dolusu kar atmaya başladı.

Boşta gezen Sigismondo da kara gönül borcu duyuyordu; çünkü o sabah kar temizleyicisi olarak belediyeye kaydını yaptırdığından, sonunda bir kaç günlüğüne de olsa işe kavuşmuştu. Ama bu duygu onu Marcovaldo gibi belirsiz hevesler yerine, şu kadar metrekare yeri temizleyebilmek için ne kadar metreküp kar kaldırması gerektiği gibi kesin hesaplara götürüyordu; kısaca ekip şefinin gözüne girmeyi ve -gönlünde yatan aslan buydu- işinde ilerlemeyi amaçlıyordu.

Sigismondo geriye dönünce ne görsün? yolun daha yeni temizlediği bölümü, ötede, kaldırımdaki soluk soluğa bir adamın rastgele boşalttığı küreklerle yeniden karla örtülmeye başlamıştı. Tepesi attı. Kar dolu küreğini adamın göğsüne yönelterek ona doğru koştu.

"bana baksana! sen mi atıyorsun bu karı?"

"ne? neyi?" dedi, irkilen Marcovaldo; sonra kabullendi:

"belki, evet."

"Öyleyse hemen küreğinle temizle, yoksa hepsini yediririm sana."
"ama kaldırımı temizliyorum ben."

"ben de sokağı."

"nereye atayım peki?"

"belediyede misin sen de?

"yo. Sbav firmasındayım."

Sigismondo ona, karı kenara yığmayı öğretti, marcovaldo'da onun bölgesini temizledi. Hoşnut, kürekleri kara saplı, yaptıkları işi seyre koyuldular.

"yarım sigaran var mı?" diye sordu sigismondo.

İkisi de birer yarım sigara yakarken, bir kar temizleme aracı, yanlarına düşen iki büyük beyaz dalga kaldırarak sokaktan geçti. O sabah her gürültü yumuşacıktı; ikisi de bakışlarını kaldırdıklarında, temizledikleri yerler yeniden karla örtülmüştü. "ne oldu? kar mı başladı?" gözlerini gökyüzüne kaldırdılar. Makine süpürgelerini döndürerek köşeden dönmüştü bile.

Marcovaldo karı tıkız bir duvar gibi yığmayı öğrendi. Böyle küçük duvarlar oluşturmayı sürdürürse sadece kendisi için sokaklar yapabilecek, nereye gittiğini sadece kendisi bilecek, başka herkes bu sokaklarda yolunu şaşıracaktı. Kenti yeni baştan düzenleyecek, kimsenin gerçek evlerden ayırt edemeyeceği, evler gibi yüksek tepeler dikecekti. Belki de artık bütün evlerin dışı da içi de kara dönüşecekti; anıtlarıyla, çan kuleleriyle, ağaçlarıyla kardan bir kent, kürek vuruşlarıyla yıkıp bir başka biçimde yeniden yapılabilen bir kent.

Kaldırımın kenarında bir yerde büyükçe bir kar birikintisi vardı. Marcovaldo onu da duvarlarıyla aynı yüksekliğe getirmek için düzeltmeye başlamıştı ki, bir otomobil olduğunu anladı; yönetim kurulu başkanı kommendatore alboino'nun arabasıydı, her tarafı karla kaplıydı, bir otomobille bir kar yığını arasındaki ayrımın bu kadar az olduğunu görünce, marcovaldo kürekle bir otomobil biçimlendirmeye koyuldu. Sonuç başarılı oldu; doğrusu ikisinden hangisinin gerçek olduğu anlaşılmıyordu. Son düzeltmeleri yaparken marcovaldo küreğe takılan döküntülerden yararlandı; paslı bir teneke kutu bir farın biçimlendirilmesini sağladı; bir musluk parçası da kapının kolu oldu.

Sıra sıra kapıcılar, odacılar, postalar selam durdular, başkan kommendatore alboino büyük kapıdan çıktı. Miyoptu, aceleciydi, kararlı bir biçimde süratle otomobiline doğru yürüdü, sarkan musluğu kavradı,çekti, başını eğdi ve boynuna kadar kara saplandı.

Marcovaldo çoktan köşeden kıvrılmıştı, avluyu kürüyordu.

Avluda ki çocuklar kardan adam yapmışlardı.

"burnu eksik!" dedi içlerinden biri.

"ne koyalım oraya? havuç!" hepsi kendi mutfağına, sebzelerin arasında havuç aramaya koştu.

Marcovaldo kardan adamı seyre dalmıştı. "karın altında, neyin kar neyin karla kaplı olduğu ayırt edilemiyor; bir insan uymuyor buna, çünkü benim şu karşıdaki değil, ben olduğum biliniyor."

Düşüncelere daldığı için damdan iki kişinin bağırdığını duymadı: "hey, kardeş, çekilsene biraz oradan!" dam temizliyicileriydi. Birden, üç kental kar başından aşağıya indi.

Çocuklar ele geçirdikleri havuçlarla döndüler. "a, bir kardan adam daha yapmışlar!" avlunun ortasında, yan yana, birbirinin aynı iki kardan adam vardı.

"İkisine de burun takalım!" deyip, iki kardan adamın kafalarına birer havuç batırdılar.

Diriden çok ölü gibi olan marcovaldo, içine gömülüp buz kestiği kılıfı yaran bir yiyeceğin geldiğini duyumsadı. Hemen ağzına attı.

"anne havuç yok oldu!" Çocuklar çok korkmuşlardı.

En yüreklileri umudunu yitirmedi. Yedek bir burnu vardı, bir biberdi; biberi kardan adama taktı. Kardan adam biberi de yuttu.

Bunun üzerine kardan adama burun olarak bir mangal kömürü takmayı denediler. Marcovaldo olanca gücüyle kömürü tükürdü. "İmdat! canlı! canlı!" Çocuklar kaçıştılar.

Avlunun bir köşesinde bir ısı bulutunun yükseldiği bir parmaklık vardı. Marcovaldo, ağır kardan adam adımlarıyla oraya gidip durdu. Kar sırtından aşağı eridi, oluk oluk giysilerinden aktı; soğuktan şişmiş, buz kesmiş bir marcovaldo çıktı ortaya.

Küreği aldı ısınmak için avluda çalışmaya koyuldu. Bir hapşırık burnunun ucuna gelmiş, orada duruyor, dışarı çıkmaya karar veremiyordu. Marcovaldo gözleri yarı kapalı yürüyordu, hapşırık hep burnunun ucuna tünemiş duruyordu. Birden sanki homurdanır gibi "haaaap..." yaptı, "...şu" ise bir mayın patlamasından daha güçlü oldu. Havanın yer değiştirmesi nedeniyle marcovaldo duvara çarptı.

Hapşırma havanın yer değiştirmesinin ötesinde, gerçek bir hortum oluşturmuştu. Avludaki bütün kar havalandı, bir kasırgada olduğu gibi savruldu, yukarıya çekilip gökyüzünde billurlaştı.

Baygın marcovaldo gözlerini açtığında, avlunun her yeri temizlenmişti, bir tek kar tanesi bile kalmamıştı. Marcovaldo'nun gözleri önünde, gri duvarları, ambarın sandıkları, sıkıcı, itici bütün günlerin nesneleri ile, her zamanki avlu belirdi.

İtalo Calvino



   
                                              Hossein Zare

4 Ağustos 2014 Pazartesi

Hava Durumu...

Gürültüsü yok bir yıldırım.
Düş'tü.
Benden
bana. Ardı biraz sel, biraz kıyametti. 
Gülüşüm sağlam kaldı. 

Mey