7 Ağustos 2017 Pazartesi

Buluntu

Sabahtır aklımdaydı; yorgundum, feci bir üşengeçliğe teslim olmuş haldeydim.  O, hazırdı. Hadi, itiraf edeyim o bunca hazırken yorgunlukmuş, üşenmekmiş filan dinlemezdim ya, beni huzursuz eden bir yanı vardı. Yorgunluğu bahane edişim, hevesli bir hazırlıkla beni bekliyor oluşunun bir parça sinirimi bozuyor olmasındandı. Ne kadar yorgun olsa da duramayanlardandım. Hevesi kursağında kalsın diye, yorgunluğu bir kenara bırakıp alakalı alakasız bir sürü işe koşturmaya da kararlıydım. Büyük bir temizliğe girişmek vardı aklımda, çalışma odamdaki keşmekeşi bir parça içinde oturulabilir hale getirmek için kolları sıvamak fena fikir değilmiş gibi geliyordu. İşe koyulurken bir yandan da beni bu denli huzursuz edenin, kendini sunmaya meyline karşın ayak dirememe neden olanın ne olduğunu bulmaya çalışabilirdim.

Odanın ortasında durup, neresinden tutacağımı bilemediğim karmaşaya bakıyorum; kitaplar, defterler, kâğıtlar, çikolata artıkları, kraker ve çekirdekten oluşan çöp yığını, kirli çay, su bardakları, daralınca üzerimden çıkarıp orta yere bıraktığım hırka. Bir çorap teki de gördüm galiba. Bulaşmasam mı, sorusu aklımın kıyısında, çiviyi sökecek diğer bir çiviye inançsız öylece durdum ayakta. Psikolojide buna “ kaçınma – kaçınma çatışması” diyorlar. Eşit derecede – hazırda bekleyenin verdiği tedirginlik hali ve o halden kurtulma adına boyundan büyük bir işe bulaşma zorunluluğu – istenmeyen iki durumdan birini seçmek zorunda kaldığımızda, böyle bir sıkıntı basıyor içimizi, kırk satır mı yoksa kırk katır mı ve yahut yukarı ve aşağı tükürme durumunda aynı kıl yığını ve hatta iki ucu boklu değnek. Of aman.  İkisini de yapmayıver işte, ne kıvranıyorsun diyorum kendime, kendimi bilmez gibi. Bedenimde ve zihnimde aynı anda sıvanıyor kollar ve o andan sonra durmuyorum. Çöpleri içine tıkıştırmak için büyükçe bir torba aranırken, adamdan – dur bakalım adam mı kadın mı, henüz bilmiyoruz – hoşlanmadığımı kabul ediyorum. Keder sevdiklerimizi seviyor olmamızın bedeli, gibi cümleler geçiriyor aklından. Geçirmekle yetinse, bir de bunu sese dökmeye meyilli. Kâğıt yığınına yöneliyorum ilkin. Her birini tek tek kontrol edip, aralarında önemli bir şey olup olmadığına bakmak şart. Kiminde çalakalem üç beş cümle, kiminde can sıkıntısı karalamaları, kiminde de bir köşeye saklansa günün birinde kullanabileceğim notlar var. Hepsini tıkıyorum torbaya. Günün biri geldiğinde daha iyisini yazarım diyorum, şımarıkça. Haz etmediğim bir adam veya kadının ne işi olabilir, bunca heveslice sabahtan bu yana aklımın köşesinde, diye sormadan edemiyorum.  Kitapları da elden geçirip, ait oldukları raflara yerleştirmek gerek.  Bir kısmının Yağmur’a ödünç verdiğim kitaplar olduğunu fark ediyorum. Ne zaman geri getirdi acaba? Alıp öylece bırakmış olmalıyım. Yayınevine çoktan göndermiş olmam gereken düzeltmeler çıkıyor kitapların altından. Bu adam / kadın o çiğ cümleleri nereden çıkardı ve neden matah bir yanı varmış gibi getirip bırakıyor zihnimin orta yerine. Coşkun bir duygusallık içeren cümlelerden tiksiniyor olmamın; onların samimiyetsiz olduklarına dair bir dogmam olması sanırım. Bu da eski bir hediye. Sizi dogma sahibi yapanları hiç unutmayın.  Her, hadi beni yaz diyeni de yazmak mecburiyetinde değilim hatırlatması iyi geliyor. Okuma koltuğumun üzerini işgal eden, dolgun görünüşlü kâğıt torbada ne var acaba düşüncesiyle ona doğru ilerliyorum. Kitapları ayırma işi yarım kalıyor masanın üstünde. Kadınsa bir kadın, erkekse bir erkek bedeni beliriyor gözümün önünde kâğıt torbanın hışırtısının ilham ettiği. Canlandırır canlandırmaz hoşlanmadım her ikisinden de.  Kadın işveli. Adam kurnaz. “Dil eksikli bir şeydir. Her zaman düşündüğümüzden azını söyleriz.” Diyor tok bir sesle. Beni Sartre ile tavlayacak! Torbada günlerdir aradığım, “ göğe bakma durağı” tişörtümü bulmamla bölünen, bana bak efendi ben o kadar kolay lokma değilim çıkışmam saman alevine dönüşüyor. Kadından da haz etmiyorum ama bu adam enikonu sinir bozucu. Neymiş efendim; bu kadın veya adam, hangisiyse işte, olmazlığını çok çabuk kabul ettiği bir sevdanın öznesinden saklanırken bir yandan da uzaktan ama içlice, o öznenin hayatının tutkulu bir izleyicisine dönüşecekmiş. Dönüştüğü şey olmanın acısını taaa şurasında hissederken, asıl sevdasının taa şurasında hissettiği acıyı çeken kendisine yönelik olduğunu en çok kendisinden gizleyecekmiş. Ben bu kadar uzun cümleler kuramam bir kere, diye itiraza hazırlanıyorum. Tişörtün altından çıkan defter sesimi kesiyor. Koltuğa çöküyorum, henüz kapağını açamadığım defter kucağımda. Eski hikâyelere dalıp giderse beni unutur bu serzenişi işveli kadından geliyor. Sahici bir hikâyenin eskimeyeceğini kime anlatırsın? Kimseye bir şey anlatmak zorunda değilim, defteri açıyorum. Gövdesi hırpalanmış bir kalemin kâğıt üzerinde çıkardığı hışırtılı sesin hatırası, ilk sayfasına not alınmış başkasının sözünün büyüsü, esamesi kalmamış bir öfkenin teni okşayan yalazı, sabaha ulaşan gecelerin o ağır yorgunluğu bir bir çıkıyor sayfalar arasından, kucağıma oturuyor. Çoktan hazır, en çok benim sevmeyeceğim, bir yeni öykünün sevimsiz kahramanını silikleştiriyor. Kucağımdaki kalabalıkla odanın kalabalığına bakıp gülümsüyorum. Kitaplığın köşesine sıkışmış diğer çorap tekini tam da o sırada, gülüş yüzüme yayılırken, görüyorum.


Mey